Ta doğduğumuz zaman başlıyor mesele. Kaç kg doğdu? 3 kilodan az mı fazla mı? Neyse önemli değil sağlıklı olsun da. Büyümeye başlarken de boyumuz ölçülüyor. Kısa kalırsak üzülüyoruz. Ne kadar uzun olduğumuz önemli çünkü. Uzun boylu insanların eş bulmaktan tutun da iş hayatında başarılı olmaya kadar pek çok alanda avantajlı oldukları ispatlanmış bir gerçek. Okula gitmeye başladığımızda ise durum çok daha vahim bir hal almaya başlıyor. Bu, başarımızın rakamlarla ölçülmeye başladığı ilk anlar. Buna alışmaya çalışıyoruz. Yazılı sınavdan 5 almaya çalışıyoruz. Beş! O zamanlar en büyük rakam bizim için. Ama arkadaşımızın aldığı 5 le bizim aldığımız 5 aynı. Sistem bizi aynılaştırmaya başlıyor. Oysa biz ondan çok farklıyız. Rakamlar bizi hapsetmeye başlıyor. Hep kantitatif değerlendirmelerle lise son sınıfa kadar geliyoruz. Not ortalaması diye bir rakamı yukarı çekmek için çalışıyorsun. Üniversite sınavına girme döneminde kantitatif başarı seni hapsediyor. 3 yanlışın 1 doğrunu götürüyor. Oysa bazen hayatta yaptığın bir yanlış tüm doğrularını götürüyor. Bazense kredin sonsuz. Ne kadar yanlış yapsan da değerinden bir şey kaybetmiyorsun annen için. İşin garibi 3 yanlışın 1 doğruyu götürmesi kimse tarafından garipsenmiyor. Amaç doğru yapmak mı az yanlış yapmak mı? Bu sınav bilgiyi mi ölçüyor? Yüzün üzerinde sorunun ne kadarında doğru cevap verdiğin önemli. Hepsi aynı değerde değil evet, ama onlara da kantitatif bir değer atfedilmiş. Sayısalcıysan, Matematik Türkçe’nin 1,4 katı değerinde. Sözelciysen Fen’in değeri senin için önemsiz. Kutucukları doldurarak bir rakamsal değer yakalıyorsun ve o değer senin bir üniversiteye girebilmen için yeterli oluyor. Seni anlama imkanı yok kimsenin. Anlama sistemi de yok zaten. Rakamlar yine seni senden daha çok ifade ediyor.
Üniversitede de pek bir şey değişmiyor. Hocalar gidiş yoluna puan vermiyor çoğu zaman. Sonuç doğruysa 20 yanlışsa 0 alıyorsun. Nasıl düşündüğün değil doğru sonuca ulaşıp ulaşmadığın önem kazanıyor. 100 almaya ve not ortalamanı 4 yapmaya çalışıyorsun. Her şeyimiz kantitatif olarak ölçülüp değerlendiriliyor. O rakamsal değerin bile bazen mutlak bir değeri yok. Çan eğrisi yapılıyor. Sen yüksek puan almak için uğraşırken herkes yüksek puan alınca başarın düşüyor. Senin başarın başkasının başarısızlığına endeksleniyor yine. Kalitatif verilere ise kimsenin itibar ettiği yok. Daha başarılı olman daha yüksek rakam elde etmene bağlı.
İş hayatına başlarken not ortalaması diye bir şey çıkıyor karşına. Bu rakamsal değer sen oluyorsun yine. İşe alımda önemli bir rol oynuyor. Sonrasında kaç yıl iş tecrübem olduğu sorulmaya başlanıyor işe alımlarda. Sanki yılları harcamak tecrübe edinmek için yetermiş gibi. En az 2 yıl tecrübeli deniliyor. O iki yılda ne yaptığın daha sonra soruluyor. Yani öncelikli olan yine kantitatif veri. Kalite, yine sonra geliyor. O kadar da vicdansız olmayalım. Mülakatlarda senin yetkinliklerine ve kişisel özelliklerine daha çok önem veriliyor.
Bir iş yeri ya da marka sahibiyse ürün sayısıyla ya da ihracat yaptığın ülke sayısıyla övünüyor. Danışmanlık yaptığımız markalardan biri Dünya’da 80 ülkeye ihracat yaptığıyla övünüyordu. Oysa toplam rakam, bir ülkeye çok rahat yapılabilecek bir ihracat miktarıydı. Pek çok marka ürün çeşitliliğiyle övünürken Steve Jobs çıktı ve tek bir ürünle nasıl başarı yakalanacağını ispatladı. Samsung’un onlarca cep telefonu modeli iPhone ile savaşıyor. Bizim yerel üreticimizde rakamların peşine düşüp, ürün çeşitliliğini artırma ve ihracat yaptığı ülke sayısını artırma telaşında. 7 kocalı Hürmüz olmaya çalışıyor. Oysa yükseltmek istediğin rakam o olmamalı.
Ve sen ey tüketici! Mutluluğunu aldığın maaş miktarıyla, evinin m²’siyle, televizyonunun ekran boyutuyla, arabanın motor kapasitesiyle, göğüs ölçünle, boyunla, kilonla ve daha pek çok rakamsal olarak ölçülen şeyle endekslemeye başladığın an hayat senin için bir yarış haline geldi. Hep daha fazla rakam (ya da daha az rakam,kilo vermek isteyenler için) peşinde koşmaya başlıyorsun. Başarıların ve mutlulukların hep rakamlar üzerine inşa ediliyor. Sense “kalite”* nin anlamını dahi unutuyorsun. Otellerin ve filmlerin kalitesini anlamak istiyorsun. Bir tercih yapacaksın. Onlara ilişkin yorumlar rakamlarla hayat bulmaya başlayınca senin saplantın zirve yapıyor. Yüksek rakamlı olanın daha iyi olduğu, düşük rakamlı olanın daha kötü olduğu kazınıyor kafana. Beğenin rakamlara bağlandığı an neyi beğeneceğini bile rakamlar söylüyor artık sana.
En çok IMDB gibi kantitatif verileri, kalitatif değerlendirmeleri gölgede bırakacak şekilde sunan platformlar prim yapıyor. Çünkü insanların hayatını kolaylaştırıyor. Mukayese imkanı artarken düşünme engelleniyor. 8.8 puan alan bir film otomatik olarak 8.4 alan bir filmden daha “iyi” bir hale geliyor. Oysa belki de 6.3 puanlık bir film senin geçmişindeki güzel bir anıyı kafanda canlandıracak ve o an hiç olmadığın kadar mutlu olmanı sağlayacak. Belki bir dostunu aklına getirecek, çıkınca onu arayacaksın, güzel bir sohbet edeceksin. Belki işine dair güzel bir fikir verecek ve daha mutlu bir iş hayatın olacak. Ama yok! Kaliteye geçit yok! Rakamlar hep kaliteden bir adım önde ve sende yargı oluşturmak için (ön yargı değil yargı) yeterli. Ve ne yazık ki kalitesini ispatlamak isteyenler de bu çarka giriyor ve kantitatif veriyi artırmaya çalışıyor.
Facebook’taki arkadaş sayın ve Twitter’daki takipçi sayın senin ne kadar kaliteli bir adam olduğunu gösteriyor (güya). Onunla mutlu olmaya başladığın an ise bittin! Artık arkadaşların ya da iletişimde olduğun insanların kalitesi değil sayıları önemli. Kim oldukları hep ikinci planda kalıyor. Kaç kişi oldukları önemli olan. Siz kaç kişisiniz?
Rakamların önemsiz olduğunu söylemiyorum tabi ki. Ben bir mühendisim (Kimine göre “çakma” da olsa). Ben rakamları çok severim. Özellikle de kağıt banknot üzerinde yazanları. Takipçi sayım artsın istiyorum. Ama kalitesiyle birlikte artsın, kuru kalabalık olmasın, konuştuğum laf ortada kalmasın istiyorum. Yazdıklarımı kaç kişinin okuduğu inan umurumda değil (ben söylerken bile inanmadım), önemli olan bir fark yaratıyor olmak. Hani bir hikaye vardır:
Adamın biri sahile vuran denizyıldızlarını alıp denize atar durur. Onu gören başka bir adam yaptığının anlamsız olduğunu çünkü yüzlerce denizyıldızı olduğunu, yani bir şey değişmediğini söyler. Diğer adam bir denizyıldızı alır ve denize geri fırlatarak “Onun için değişti” der.
Daha çok para kazanayım istiyorum, GSMH’nin yakın dostuyum. Uzun yıllar yaşamak istiyorum. Kantitatif araştırmalara dayanarak “Müşteriniz bunu istiyor” dediğimiz de oluyor. Ama kalitatif veriye her zaman kantitatiften daha çok önem veriyoruz. Fikir üretmemizi sağlayan şey çoğunlukla rakamlar değil iç görüler ve hislerimiz oluyor. Yani ne olduğundan önce nasıl olduğu benim için önemli. Rakamların bende saplantı oluşturmasını engellemeye çalışıyorum. Çok başarılı olduğum söylenemez ama deniyorum.
*Şirketlerdeki kalite departmanları kantitatif veriyle belki de en çok haşır neşir olan yerdir. İstatistik, kalite için her şeydir. Oysa “Quality” dediğimiz şey kendi başına “Quantity” dediğimiz şeyin tam zıttı değil midir? Bir şeyin kalitesini kantitatif olarak ifade etmek işin mantığına aykırı değil midir?
NOT: Kısa yazmaya çalışıyorum aslında.