Erdoğan’ın Yeni Logosu ve Başkanlık Meselesi

Selamlar,

Erdoğan’ın logosu piyasaya çıktı. Logoya gelmeden önce bi konuyu netleştirelim. Bu seçimin bir Cumhurbaşkanlığı seçimi olmayacağını belirtmekte fayda var. Evet, bu seçim kesinlikle Cumhurbaşkanlığı seçimi olmayacak. Bu seçim Başkanlık seçimi olacak. Erdoğan bunun sinyallerini epeydir veriyordu zaten de şimdi yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı. Twitter’daki bu #etiket olayı özetliyor bence. #yenitürkiyeninbaşkanı

Bundan bir sene önce gezi olayları sırasındaki gözlemlerimi bir pazarlamacı bakış açısıyla kaleme alırken Başbakan’ın iletişimden anlamıyor olmadığını, “Bu sefer fena çuvallamadığını” ve bir “var-yok” seçimi için alt yapı hazırladığını yazmıştım. Özetle şöyle demiştim:

“Siyasi iletişimde yeni bir deterjan lanse eder gibi ya da bir ürün reklamı yapar gibi iletişim kurgulayamazsınız. Taraf bulmanız ve taraftar yaratmanız gerekir (Kaldı ki pek çok Amerika menşeli ticari marka taraf yaratmayı başarabilmiştir. Bu konuyu Zıtlıklar Bir Birini Var Eder (2009) başlıklı yazımda daha detaylı ele almıştım). Futbol takımı taraftarı olmak da buna benzer. Marka tercihinin rasyonel kriterlere dayanmadığı ya da dayandırılmak istenmediği durumlarda, tercih “Taraf Seçtirme” yoluyla yapılır. Bu, kişileri iki taraflı bir seçim yapma yoluna soktuğu için diğer alternatifleri elemeyi sağlar. Çünkü iki kutuplu bir dünya yaratılmıştır. Bitaraf olma şansı ise bu nedenle çok düşüktür.”

Şu gün geldiğimiz noktada planın uygulanmaya başladığına şahit oluyoruz. Başkanlık modelinin de bu seçim sürecinde, insanların konuya ilgilerinin üst düzeye çıktığı bu zamanda, masaya yatırılacağına kesin gözüyle bakıyorum. Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin konuşulacağı da kesin. İnsanlara Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamlarının teke indirilmesinin rasyonelleri bu şekilde anlatılacak. Ve Başbakan’ın bugünkü konuşmasından bir cümle:

“Cumhurbaşkanı tarafsız olsun derken esasen devletin tarafında milletin karşısında durmasını istiyorlar.”

Başbakan seçim konuşmasında Cumhurbaşkanı’nın bundan kelli “Daha aktif” olacağının mesajlarını da veriyor. Paralel yapıyla mücadele etmekten tutun da çözüm sürecine kadar işin içinde olacağını belirtiyor. Bunu da gayet güzel bir şekilde Cumhurbaşkanı’nı artık halkın seçecek olmasına bağlıyor. Yani mantık çok basit ve akıllıca. Öncekileri halk seçmediği için kısıtlı yetkisi vardı ve iyi ki de öyleydi. Şimdi her şey değişecek.

“27 Mayıs’ın bir izi daha siliniyor. Cumhurbaşkanlığının milleti temsil eden makam olmasıyla Türkiye vesayet zincirinin en önemli halkasından kurtuluyor.”

“Cumhurbaşkanı cumhuriyeti cumhuru ve cumhurun birliğini temsil eder. Kimse kimseyi aldatmasın. Devletin bütünlüğünü sağlamak cumhurbaşkanının en önemli vazifesidir. Halk tarafından seçilmesi cumhurbaşkanlığı makamına güçlü meşruiyet sağlayacak bu sayede bu makam asıl anlamını bulacaktır. Sağlıklı bir denge kurulacak ve denetleme imkanı olacak. Kamu kurumları da buna göre hareket edecek Türkiye’nin geleceği için verimli çalışacaktır.”

Başbakanın konuşmasını dinlemediyseniz metni mutlaka okuyun. Çoğu zaman cuma vaazlarında bile bu kadar dua yok. Konuşmasında bu kadar dini bir ağırlığın bulunması hem rakibinin güçlü kasını hafifletmek çabası hem de Allah gibi, hemen hemen hiç kimsenin itiraz edemeyeceği, bir gücün yanında görünme isteğindendir. Yani onu seçen İslam’ı seçmiş gerçek mümin olacak. Onu seçmeyen ise Gezici, camide içki içen anarşist kesimin bir parçası olacak.

Logoya gelince. Logoyla ilgili söyleneceklerin bir kısmını Ali Saydam bu linkte Söylemiş. Tabi kendisi bir grafik tasarımcı değil  ve uzmanlığı bu yönde değil. Bu nedenle bir iletişimci gözüyle, verdiği mesajlara göre değerlendirmiş.

Burada bence “Hazırlıklı olma” tespiti çok doğru. Başbakan kesinlikle daha hazırlıklı girecek görünüyor seçime. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bir logosu, bir seçim vaadi (henüz) yok. Olsa bile ne yazık ki daha iyi olacağına dair bir umudum yok.

Erdoğan logosunun Obama’nınkine benzemesi de çok önemli değil. Mesaj taşıyan bir logo olması artı bir değer. Çünkü Obamayla aynı seçime girecek değiller. Asıl mesele Ekmeleddin İhsanoğlu’nun logosunun benzememesi. Farklı mesajlar içermesi ve ayrışması. Ha, Obama’nınkine benzemese daha mı iyi olurdu. Evet daha iyi olurdu. Peki bu benzerlik seçimin sonucunu etkiler mi: %0.0000

Bakalım iletişim stratejilerinde zevk veren şeyler görecek miyiz.

Yöresel Tatlar Sahtekarlık Altında

Geçtiğimiz hafta bir müşterimiz için Antep’e gittik. Baklavası, lahmacunu ve kebabıyla ünlü, o Anadolu’nun sanayi devi şehrine… Oralarda yaşayan bir müşteri adayımız da bizi misafir etti sağ olsun. Haliyle dönüşte bir baklava almadan dönmeyelim dedik. Baklavacıya girip bakınırken bir arkadaşımın yaşadığı deneyim aklıma geldi ve şunu sordum:

– 4 tane yarım kilo şu baklavadan alacağım.
Adam bir taraftan tartmaya başlar. Ilk paketi teraziye koyar. 510 Gr. Elemana uzatır paketletmek için.
-Kutunun darasını düşmüyor musunuz?
(Bu pek çok kişiye “ucuz” ve “Kayserili” bir yaklaşım gibi gelebilir. Anlarsınız birazdan.)
– Yok düşmüyoruz. Brüttür bizde fiyatlar.
– Niye? Kilosu 60 liraya kutu niye satıyorsun bana?
– Valla ilk defa birisi bunu istiyor abi.
– Iyi de bu adil mi sizce. Kaç gr o kutu?
– 30 gr falan?
– Bi koy bakalım?
– Kutuyu tek başına mı?
– Evet.
Terazi: 70 gr.
– Bak 70 gr geldi. Hepsini 570 gr yapman lazım.
Bu sırada 2. paketi de hazırlayıp uzatmıştı genç paketciye ama uyardım.
– Arkadaşım onları geri aç. O paketler eksik.
– Abi olur mu öyle şey.
– Olmaz mı?
– Olmaz abi herkes öyle yapıyor?
– Herkes yapınca doğru mu oluyor? Kalsın abi. Antepten baklava almıycaz demek ki.

Koçak’tan çıkıp yanındaki Güllüoğlu’nda da aynı olayı tartışınca adam bana denettirmek için verdiği baklavanın parasını istedi 🙂 50 lira verfim 49 lira iade etti. 3. baklavacıda da aynı sorunu yaşadım.

Kilosu 60 lira olan baklavadan alınca 2 kiloda 280 gr kutu almış oluyorsun. Hem de onun da  kilosu 60 lira! Kutuculardan ağır kutu talep ettiklerine de eminim (kutucu tanıdıklarım var). Ve bunu “herkes” yaptığı için haklı gören bir zihniyet… Adalet, hak, insan umurlarında değil. Inşallah batıp gidersiniz bu zihniyetteki Kayserili pastırmacılar, Antepli baklavacılar, pastaneler ve diğer yöresel lezzetleri sahtekarlık altına alanlar. Yarım kilo baklava alana 4 liraya kutu giydirenler. Inşallah batarsınız da yerinizi dürüst insanlar alır.

Reklam Analiz 2: Pegasus İçin “Ucuz” Risk

Selamlar,

Bir yere gideceğim zaman, özellikle de yaz zamanı Pegasus biletlerine bakan herkes gibi ben de aynı şeyi söylüyorum. “İyi de Pegasus, ucuzum diyorsun ucuz değilsin ki?”

Havacılık sektöründe fiyatlandırma doluluk oranına göre yapılıyor bildiğiniz gibi. Yani uçak doldukça fiyat artıyor. Bazı dönemlerde de fiyatlar hep yüksek. Arz-talep meselesi… Bunun eleştirilecek bir tarafı yok. Bayramda ucuz uçmak istemek biraz şımarıklık oluyor. Burada Pegasus’un son bir yıl içinde yaptığı değişiklikleri ve iletişim stratejisini masaya yatıracağım, sektörün sorunlarını değil.

Marka vaadi ortaya konulurken, eskiden daha rasyonel davranılırmış. Mesela pazarlamanın ilk geliştiği FMCG’de de işler bu şekilde yürümüş ve yürümeye de devam ediyor. Ariel ve OMO’nun ikisi de “Daha iyi leke çıkarmak” üzerine oynadı uzun zaman. Ariel dedi ki ben daha iyi çıkarıyorum, OMO dedi ki hayır ben daha iyi çıkarıyorum. Sonra günün birinde OMO çıktı ve olayın duygusal boyutuna dokundu; “kirlenmek güzeldir”. “Kirlenmek güzeldir” direkt leke çıkarmak konusunda bir iddia ortaya atmıyor ama şunu diyor “Sen kirlenmekten korkma, ben varım, lekeleri çıkarır temizlerim. Hayatın tadını çıkar.” Tam bilgim olmasa da bu kampanyanın hayata geçtiği 2008 yılından bu yana OMO’nun güç kazandığını sanıyorum.

Rasyonel vaatlerle farklılaşmak markalar için ilk etapta kolay bir yoldur. Vaadinizi tam ve iyi gerçekleştiriyorsanız hızlı yol alırsınız. Ancak taklidi kolay ve dolayısıyla da ikame riski yüksektir. Yani “Ben hızlıyım, beni seç” derseniz, başkası da aynı hıza eriştiğinde “Ben de hızlıyım, hem de daha ucuzum” diyebilir. Yarış rasyonel platforma indikçe tüketicinin farkı algılaması kolaylaşır, markaların ayrışması zorlaşır. Bazı ürünler için rasyonel kriterler olmazsa olmazdır. Bir bilgisayar alırken işlemci hızı, hafızası ya da görüntü kalitesi önemli kriterlerdir. Araç alırkense yakıt tüketim miktarı, kaç kapılı olduğu, fiyatı, vergisi, yedek parça bulunurluğu gibi konular önemlidir ancak otomotiv markaları tasarım konusunda yaptıklarıyla olayı duygusal boyuta çok iyi taşır ve farkını ortaya koyar. Parfüm alırkense tamamen duygusallık vardır.Kalıcılıktan öte, koku gelir, yaşam tarzı gelir. Kokusunu beğenmediğin bir ürünü sırf kalıcı diye asla almazsın (kadınlar hiç almaz ama erkeklerden çok da emin değilim). Bu nedenledir ki parfüm markaları tamamen duygusal mesajlarla kendi kitlesini yaratmaya çalışır.Kızların üstüne düşmesini isteyen seks meraklısı bir erkek misin yoksa tam bir centilmen mi? Seçimini yap.

Asıl konumuza dönecek olursak, Pegasus çıktığı ilk günden bu yana rasyoneliteyi bazı alanlarda iyi işleyerek fark yarattı. Bunların içinde ucuzluk yer alsa da “zamanında kalkış” ve “en genç filo” gibi kriterler ağırlığını hiç azaltmadı. Başarılı yeniliklere de imza attı. Uçakların üstüne çalışanlarının kız çocuklarının adını yazması bile büyük bir mesaj içeriyor. Ancak marka, son zamanlarda, eskiden hiç yapmadığı kadar “Ucuzluk” mesajı vermeye başladı. Bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Bizzat ben THY’nin Pegasus’tan daha ucuz olduğu durumlarla çokça karşılaşıyorum. “Ucuz” kelimesi markalar için çok tehlikeli bir silah. Karşıdakini vurabilir ama pek ala elinde de patlayabilir. Çok dikkatli ve yerinde kullanılması lazım. Ucuzlukla ilgili sorun çok rasyonel olması, tercih faktöründe önemli yer etmesi de yine bundan. 9 dünyanın her yerinde 10’dan daha küçük. Dolayısıyla Pegasus “Ucuzum” dediği zaman ucuzsa satar ama rakiplerinin ondan daha ucuz olduğu durumların her birinde kendi bacağına kurşunu sıkar.”Uçmanın kolay yolu” ve “Pegasusla daha çok yaz” gibi dolaylı ucuzluk çağrışımları bu nedenle daha doğrudur. Özellikle biletlerin hiç bir yerden hiç bir yere ucuz olmadığı yaz döneminde “Ucuzluk” söylemini artırmak doğru değildir.

Öte yandan Pegasus için diğer tüm LCA ( Low Cost Airline) stratejilerinde olduğu gibi basitlik ve netlik çok önemlidir. Pegasus’un 3 kademeli fiyatlandırma stratejisinin de bu bağlamda yanlış olduğu kanaatindeyim. Kafa karıştırıyor, kendi öz vaatleriyle ters düşüyor. Bir fayda üretiyorsa da birisi söylerlerse sevinirim.

Şunu unutmamak lazım ki Apple’ın başarısını sağlayan şey salt ve rasyonel bir ürün farklılığından ziyade tüketici ile kurduğu duygusal bağdır. Bir MAC ve A, B, C, D markalarını kıyaslarken RAM ya da ekran kartından öte bir değer vardır.

Pornografik Marka

Selamlar,

Bu başlığı, “Sex sells” ifadesinin yazılı her türlü metin için de geçerli olduğu gerçeğinden yola çıkarak atmadım. Başka bir gerekçesi var. Öte yandan pek çoğunuzun aklına Amerikan Apparel gibi kadın bedenini irite edici şekilde sergileyen markaların yürüttüğü pazarlama stratejisi ve bu çerçevedeki reklamları gelebilir. O da var tabi ama asıl mesele o değil.

Reklamcılık Harley Davidson gibi güçlü bir imajı olan markanın bile geçmişte yaptığı gibi rasyonel değil artık. Daha abartılı, daha gösterişli daha cüretkar.

Dücane Cündioğlu, “Siyaset ve pornografi birbirine çok benzer” der ve bunu siyasi liderlerin sex kasetlerini kast ederek söylemez. “İkisi de gerçeğin hakikatsiz tezahürüdür” der Cündioğlu. “Hakikatsiz tezahür” bugünkü yazının nedeni işte…

Seth Godin’in “Bütün Pazarlamacılar Yalancıdır” kidabını ilk gördüğümde üzülmüş ve şaşırmıştım. Şaşırmıştım çünkü bu şekilde ifade edilişiyle ilk kez karşılaşmıştım, üzülmüştüm çünkü ben de bir pazarlamacı olmak istiyordum. Ama yalan söylemek istemiyordum, halen de istemiyorum. Kaldı ki kendisine %100 katıldığımı da söyleyemem. Pazarlanan her ürünün içinde yalan yoktur. Gizlenen gerçekler, abartılan gerçekler, manipüle edilen zihinler olabilir, ama yalan olmak zorunda değildir. Hatta yalan, iletişimin bu kadar geliştiği bir ortamda bir markayı ihya etmez, rezil eder.

Bilirsiniz, pornografi de yalandır, çünkü “Hakikatsiz tezahür” dür. Gülse Birsel de siyasetteki pornografiden bahseden bir yazı yazmıştı seçim döneminde, İtiraf (Nymphomaniac) filminin sansüre takılmasıyla ilgili. Onun pornografi tanımı bana çok doğru geldi. Neden sadece cinselliğin abartılı tezahürüne pornografi diyelim ki? Başka şeylerdeki abartılı tezahürler neden bu kadar tepkimizi çekmiyor? Mesela Mahsun’un Beyaz Melek filmi ya da Çağan Irmak’ın hüngür hüngür ağlatmak için elinden geleni yaptığı Babam ve Oğlum filmi de hüznün pornografisi değil de ne?

Pazarlamanın ve reklamcılığın pornografisi tam da bu noktada dikkate değer. Özellikle bazı marka ve ürünlerde çokça karşılaştığımız hakikatsiz vaatler de reklamcılık camiasının pornografisidir. İkisi arasındaki benzerlik açıktır. İkisinde de başroldeki ürün (kusura bakmayın) ile ilgili bir sorun yoktur. O gerçekten vardır. Ancak onun imgelediği ve vaat ettiği şeyler gerçeğin çok ötesindedir. Örnek mi, alın size çokça örnek:

https://web.archive.org/web/20200201182755if_/http://www.izlesene.com/embedplayer/6926101

Yeni Magnum Pink & Black Reklam Filmi! | izlesene.com

Pazarlamada abartı vardır. Ancak yıllardır Magnum’un altı üstü bir dondurmayı haz gibi bir vaatle satmasını yadırgamamıştık. Birisi çıktı ve bunun ne kadar “Hakikatsiz bir tezahür” olduğunu gösterdi. Neyin peşindesin ey müşteri, dondurma mı yemek istiyorsun, haz mı istiyorsun? Bir dondurma sana ne kadar haz verebilir ki?

http://www.izlesene.com/embedplayer/7405744

Panda – Magnum Rakip Reklam | izlesene.com

Bir başka örnek olarak fiziksel faydası hemen hemen hiç olmayan parfüm markalarının yürüttüğü iletişim stratejisi verilebilir. Axe’ın “Kızlar üstüne düşecek” mesajının da hakikatsiz bir tezahür olduğu kullananlar tarafından onaylanır sanırım. Bu reklamın pornografisi değil de nedir?
https://web.archive.org/web/20200201182755if_/http://www.izlesene.com/embedplayer/6797446

Axe nin Yasaklanan Reklamı | izlesene.com

Hele ki anneleri hedef alan ve çocuklara yönelik gıda ürünleri satanlar iyice “hardcore” hale getirirler olayı. “Çocuğun yemezse geri kalır, geri zekalı olur, kısa kalır” gibi mesajlarla satılan ürünler ne kadar hakikat içerir?

Aşağıdaki reklamı her izlediğimde RTÜK’ü arayıp şikayette bulunasım gelir mesela.
https://web.archive.org/web/20200201182755if_/http://player.vimeo.com/video/48734782

Finish ”Ev” Vedat Milor” from Dinamo İstanbul on Vimeo.

Gördüğünüz gibi bu reklamın yıldızı Vedat Milor, filmin hakkını vermiş. Arkasında bir hakikat var mı diye tereddüt bile etmiyor insan.

Duydunuz mu bilmiyorum. Yeni çıkan bir yasayla birlikte “Special K” gibi ürünler kendilerini zayıflatma vaatleriyle satamayacaklar. Ülker’in Keloggs Extra çıkarmasının temelinde de bu var zaten. Peki bu güne kadar yapılanlar? Ürün zayıflatmaya  yaramıyor ve 14 günde bilmem kaç beden incelmeyi sağlamıyorsa neden bu kadar zaman bu pornoyu izledik? Erotizm ve pornografiyi bir birinden ayıran bir çizgi vardır, reklamcılıkta ve pazarlamada bu çizgi nerededir? Nerede durur, rekabet kurulu ya da devletsel düzenleyiciler hangi noktada müdehale etmelidirler?

Daha dibine girilesi ve daha incelenesi bir konu bence bu. Ama şimdilik bu kadar. Pazarlama profesyonelleri olarak şunu sorun kendinize: Anlattığım şey hakikatli bir tezahür mü yoksa iletişim stratejim pornoya mı kayıyor?

İyi hafta sonları,

31 Mart’a Mektup

Selamlar,

Bir seçim arefesinde daha yazıp yazmamak konusunda tereddüt ediyorum. Siyaset, iletişimin, markalaşmanın ve pazarlamanın en güçlü örneklerini gördüğümüz ve marka tercihinin güçlü bir sosyolojik temele dayandığı hatta tercih edenler arasında güçlü taraflar yarattığı bir alan. O yüzden rasyonel düşünmek pek mümkün değil.

Daha önceki seçimlerde de seçim arefelerinde yazılar yazmıştım. Baykal’ın tutarsızlığının oy yerine sorun getireceğinden bahsetmiştim geçen yerel seçimler öncesinde. Çarşaflı kadınlara rozet takmanın oy değil algı karmaşası yaratacağına değinmiştim. 2011 seçimlerinde CHP’nin niye yine kaybedeceğini de yazmıştım. “Türkiye rahat bir nefes alacak” mesajını “Türkiye’nin derdi rahat nefes almak değil” diyerek yanlış bulmuştum. Seçim sonrasında pek çok kişi de bu noktaya değinerek mesajın yanlış verildiğini söylemişti.

CHP’nin siyasal iletişim konusunda pek başarılı olduğu söylenemez. Adaylarını açıklaması bile aylar sürüyor. MHP deseniz henüz komşu iki ilçedeki brandaları bile aynı formata sokmaktan aciz. Bu işi kim ne derse desin en iyi AK Parti yapıyor. Bu seçimlerde yine yapıyor. Darbeler yemesine rağmen yapıyor. CHP’nin kullandığı dış mekan reklamları bile 5 benzemez. Özellikle Sarıgül kendi kafasına göre iş yapıyor.

Bazı kişilerin AK Parti’ye oy verenleri salak, cahil ya da göbeğini kaşıyan adam gibi tanımlamaya devam ettiklerini görünce üzülüyorum. İnsanların bir torba kömüre oylarını sattığını düşünenler onları anlamaktan uzak oldukları ya da konduramadıkları için gerçekleri göremiyor. AK Parti seçmeninin daha az eğitimli olduğuna dair A&G’nin yaptığı araştırmaya karşılık, KONDA da eşit olduğuna dair bir araştırma yapmış. Öyle olma ihtimali yüksek ama ne önemi var ki? Demokrasi dağdaki çobanla şehirdeki üniversite mezunu öküzün oylarının aynı olması demekse neden bu konu gündeme geliyor? Daha eğitimli kişilerin daha doğru karar verdiğinin tasdiki ne? Daha doğrusu “Doğru karar” ne? Özellikle pazarlama ve ajans camiasındaki insanların AK Parti’nin çok oy almasına şaşırmasını kendi çekirdek kitleleri içinde “steril” bir hayat yaşıyor olmalarına bağlıyorum. Otobüse biner, sanayiye gider, Posta gazetesi okur ve Recep İvedik seyrederlerse belki AK Parti’ye oy veren kitlenin beklenti ve ihtiyaçlarını daha iyi anlarlar. İnsanların derdi kürtaj, alkol ya da ağaçtan çok daha başka. Türkiye’nin büyük bir kısmı istikrara oy veriyor. Bunu “AK Parti neden kazanır, CHP neden kaybeder?” kitabının yazarı Ateş İlyas Başsoy çok iyi dile getirmişti.

Siyasal marka tercihi pek çok marka tercihinde olduğu gibi bazı rasyonellere dayanır ama tüketim ürünlerinde olduğundan çok daha fazla irrasyonellik mevcuttur. Bu nedenle kişiler kendilerini ideolojik olarak yakın buldukları ve devlet/yerel yönetimden beklentilerine göre oy verirler. Geçenlerde birisi Twitter’da şöyle yazmıştı: Türk insanında kavramsal düşünme yeteneği zayıf, bu nedenle ona “Yol, köprü” gibi somut şeylerle gitmek gerek. Sahip olunması gereken bakış açısı tam olarak bu olmalı. Özgürlük kavramsal bir olgudur, yol ise somuttur. Başbakan ve AK Parti yönetimindeki tüm belediyeler rakamlarla icraatlarını insanın gözüne gözüne sokar. Öte yandan Haluk Mesci geçenlerde Başbakan’ın belediye başkanlarının önünde sahne alarak aday gibi görünmesini eleştirmiş.  Yerel seçimlerde aday çok önemli ancak AK Parti ne yapıp yapıp yerel seçimleri genel seçim havasına sokmayı başarıyor. Çünkü bunun da altında bir matematik var. 2009 yerel seçimlerinde %38,5 oy alan AK Parti 2011 genel seçimlerinde %50 oy aldı. Yani genel seçim havası AK Parti’ye yarıyor.

AK Parti reklamlarındaki mesaj da çok başarılı. “Lafa değil icraata bakmak” meselesin de matematiksel bir dayanağı var. Mevcut belediyelerden %49’u ak partili büyük şehirlerden ise %62,5’i. Yani icraat yapma insiyatifine sahip idari yöneticilerin çoğu (ne icraat yaparsa yapsın) AK Partili. Lafa değil icraata bakıldığında her halükarda AK Parti avantajlı. Hiç bir şey şans eseri ya da kazara değil.

CHP’nin geçen seçimlerde çizdiği ve bu seçimde de çizmeye devam ettiği “Pesimist” tablo ise hiç bir şey vaat etmiyor. Toplumun büyük kesimi manzarayı CHP’nin gösterdiği gibi görmüyor. Bu nedenle de vaat ya da mesaj yerine ulaşmıyor. İnsanlara yönelik yapacağınız en büyük iletişimsel yanlış “Sen yanlış tercih yaptın” demektir. Kimse tercihinin yanlış olduğunu kabul etmek ya da görmek istemez. Hiç bir zayıflama reklamının şişman kadın göstermemesi gibi reklamlarda karamsar ve kötü bir tablo çizmek, bu konuda genel bir mutabakat yoksa pek işe yaramaz.

Gezi Parkı olayları ve 17 Aralık darbesi gibi olaylarda AK Parti’nin güç kaybettiğini düşünenler olabilir. Şunu unutmamak lazım ki kendi kitlenizi birleştirmenin ve sadakati artırmanın bir yolu düşman yaratmaktır. AK Parti için yakın zamanda iki düşman türedi ve bu kendi kitlesinde çok ciddi bir bağlılık yarattı. Burger King – Mc Donalds savaşı gibi. Cemaat, ya da AK Parti’nin yine bir iletişim başarısı olarak “Paralel yapı” olarak tasvir ettiği kitle bir miktar azalmaya neden olsa da belki de çok daha geniş bir kitleyi hükümete sıkı sıkıya bağladı.

Tüm bunlardan ötürü AK Parti 25 Mart’ta çıkacağı iddia edilen kaset olayında da ayakta kalırsa seçimlerde %35-40 arası oy alacak. Fazlası var eksiği yok.

Erkeklere Satılabilen Gereksiz Şeyler Listesi

Geçenlerde Bauhaus’a girmiştim. Yapı marketlere giden erkekler, bujitericiye girmiş kadınlardan farksızdır. Kadınlara haksızlık yapmayalım, onlardan çok daha beterdir. İhtiyacı olsun olmasın herşeyi eller, bakar, dener ve sonrasında da pek çok gereksiz şeyle kapıdan çıkar. Yılda 1-2 kere kullanacağı kafaya takılan madenci lambasından tutun da evde onun açılabileceği hiç bir şey olmayan ince tornavida takımına kadar herşeyi almaya eğilimlidir o adam.  Takım üstelik, erkeklere satılan şeyler takımdır genelde. Çünkü bu sayede daha çok sayıda gereksiz şeyi, sırf sayısı ve çeşidi daha fazla diye, daha pahalı fiyata satabilirsiniz. Tek bir tornavidaya 10 lira vermektense %90’ını kullanmayacağı 10 uçlu bir tornavida takımına 15 lira vermeyi yeğler erkekler. Geçenlerde araç içi şarj aleti alırken şu 10 başlıklılardan aldıktan sonra kendime sormuştum: “Tamam şu uç senin telefon için ama geri kalan 9 taneyi ne yapacaksın?”. Sonra o da bozuldu, zaten doğru düzgün şarj etmiyordu, telefonu amuda kaldırmak gerekiyordu.

Geçen doğum günümden yakın zaman önce (o zamanlar müstakbel olan) eşimle bir AVM’deyiz. AVM’leri çok severim. İnsanın düşünecek çok vakti oluyor gerçekten. O alış veriş yaparken hayatı sorgulayabiliyorsunuz. Günlük koşuşturma içinde ihmal ettiğiniz insanları arayıp, düşünmeyi ihmal ettiğiniz konularda karar verebiliyorsunuz. Bu açıdan AVM’lerin sayılarının daha da artırılmasının, her yerin AVM olmasının faydalı olacağı kanaatindeyim. AVM’den çıktığında “İçeride düşünecek çok vaktim oldu, çok değiştim” diyen erkekler gördüm. Neyse… Eşim Mango’da gezinirken tam onun karşısına konmuş bir saatçide kendimi 3 tane saat alırken buluverdim. Eşimin uyarılarıyla gerçek hayata dönüp, birini bıraktım ama ikisini de aldım. Ancak satan adamın beni ikna ediş şekli müthişti. İlk saate 250 lira dedi. Hakkaten de kaliteli bir saatti ve piyasa ederi çok da aşşağı değildi. Sonra “Şunu da alırsan ikisini 350’ye bırakırım” dedi. Mantıklı gelmişti ve baktı ki benim daha giderim var. “Abi şu kahverengiyi de kahverengi kıyafetlerinle giyersin, 3’ünü sana 500’e bırakırım” dedi. Aklında hiç saat almak olmayan ben kendimi 3 saat alırken bulmuştum, eşim olmasa tezgahı almış, bunları yazmak yerine Optimum’da saatçilik yapıyor olabilirdim. Bir kadını asla bu şekilde ikna edemezsiniz. Erkek adama rakamsal bir avantaj sundunuz mu akan sular duruyor. Değerlendirme kriterleri bütünüyle “Kantitatif” oluyor ve mantıksız karar vermek konusunda çok başarılı bir robot haline dönüşüyor. Bir kadın sevmediği bir şeyi sırf avantajlı ya da sayısı fazla diye almaz.

6 arkadaş Ankara’da yaşadığımız zamanlarda seyyar satıcının birinden 6 tane kazak almıştık. Tanesine o zamanın parasıyla 3-4 lira vermiştik. Sonra yurda geldik ve paketleri açtığımızda kazakların yeni poşetler içine konmuş, eski, kolsuz, kolu bedeninden daha uzun kazaklar olduğunu görmüştük. Sırf avantajlı diye içini bile açmadan hangi kadın kazak alır?

Ve gelelim erkeklerin satın aldığı gereksiz eşyalar listesine. Harem’den sirkeciye gittiyseniz orada sırada, ya da trafikte kimin aldığında ne işine yarayacağı hiç belli olmayan şeyler satılıyor. Tüylü bir ok ve yay, maket bir gemi, madenci lambası, darbuka… ve daha niceleri. Belki siz de eklemek istersiniz.

Bu yazıya “Kerpiç Evlerin Konforunu Yaşayın!” başlıklı bir yazı için başlamıştım ama kontrolümden çıktı yazı, o da yarın öbür gün artık 🙂

Sahip Olmadığı Hayatları Yaşayanlar

Bir adam koşuyor hızlıca yanımdan. Elinde bir araba anahtarı. Belli ki acelesi var. Arkamı dönüp bakıyorum. Son model bir Audi’ye biniyor A kaç olduğunu merak ettiğiniz üzere. Koltuğa yerleşiyor ama hiç keyfine varacak vakti yok, emniyet kemerini bile takmıyor. Basıyor gaza ve tekrar geçiyor yanımdan hızlıca. On metre ileride durup iniyor arabandan. Kapıyı açıyor ve kapıyı tutuyor. Bir kodaman onun henüz poposuyla ısıtmaya bile fırsat bulamadığı koltuğa yerleşirken eline para tutuşturuyor. Hiç de saklamaya ihtiyaç duymadan yapıyor bunu.

Sonra vale adam başka numaraya bakıp başka bir anahtarı alıyor ve hayatında koltuğunu belki de hiç ısıtmayacağı başka bir lüks arabaya binmek için tekrar koşuyor. Kimin umurundaki markasının ne olduğu. Emniyet kemerini takma uyarısını bile duyamadan ineceği bu arabanın hangi marka olduğu önemli mi? Hiç sahip olamayacağı arabalarda – bu bir filmse – kısacık reklam araları gibi yaşıyor zamanı. Film hiç başlamıyor, hep reklam yayınlanıyor ve seyrediyor vale adam tüm reklamları. BMWlar, Porcheler, Jeepler, Cryslerler (ve nasıl yazıldığını, nereden alındığını bilmediği daha niceleri). Arabayla gelip koşarak gittiği bu soğuk parti çıkışında onlarca arabaya kısa dönem refakat ediyor.

Kadınsa evine şöyle bir bakıyor. “Bu hali güzel oldu” diyor. Kanepeyi biraz daha sağa itip, halıyı da biraz sola çekince tamam oluyor. Sehpanın üzerindeki vazoyu ve anlamını kendisinin de bilmediği bibloları estetik bir şekilde yerleştiriyor. Televizyon ünitesinin üstündeki rafta duran fotoğrafa şöyle bir bakıyor. Mutlu bir aile tablosuna gülümsüyor. Eliyle camını silip tekrar yerine koyuyor ama bu sefer başka bir rafa. Kapı çalıyor ve evin hanımı geliyor. “Hanımım her yeri güzelce temizledim, banyo duvarlarını sildim, camları da sildim” diyor. Hanımı odaları gezip şöyle bir bakıyor “Güzel, eline sağlık” diyor ve hiç de saklamaya ihtiyaç duymadan yevmiyesini veriyor eline. “Teşekkürler” diyor “temiz kadın” ve eşyalarını alıp çıkıyor rolünden.

Kendi evine doğru giderken içinden geçtiği bahçeye sahip bir evde hiç bir zaman oturamayacağını biliyor. Yine de hayal kurmaktan kendini alamıyor. Kendisini orada düşünmeden duramıyor. O

Evin hanımı, değişen yerlerine henüz alışmaya dahi fırsatı olmayan eşyaları “olması gerektiğine inandığı” yere doğru tekrar sürüklüyor. Bir taraftan da söyleniyor “Niye değiştirirsin ki yerini her zaman bunların, off…”.

Sahip olmadığı hayatları yaşar gibi yapan, acınası ve fakir olan kim? Zenginleştikçe neden mutlu olamadığını sorup duruyor insan ve intihar ihtimali artıyor. Eşyalarının kendilerine sahip olmasına izin veren Audi sahibi ve evin hanımına yardım etmek vale adam ve temiz hanım gibilerin borcu. Onları kral, kraliçe gibi hissettirmek için para alıyorlar aslında. Peki kim daha zengin? Sahip olmadığı hayatı yaşayan kim?

Kantitatif (Rakamsal) Saplantı

Ta doğduğumuz zaman başlıyor mesele. Kaç kg doğdu? 3 kilodan az mı fazla mı? Neyse önemli değil sağlıklı olsun da. Büyümeye başlarken de boyumuz ölçülüyor. Kısa kalırsak üzülüyoruz. Ne kadar uzun olduğumuz önemli çünkü. Uzun boylu insanların eş bulmaktan tutun da iş hayatında başarılı olmaya kadar pek çok alanda avantajlı oldukları ispatlanmış bir gerçek. Okula gitmeye başladığımızda ise durum çok daha vahim bir hal almaya başlıyor. Bu, başarımızın rakamlarla ölçülmeye başladığı ilk anlar. Buna alışmaya çalışıyoruz. Yazılı sınavdan 5 almaya çalışıyoruz. Beş! O zamanlar en büyük rakam bizim için. Ama arkadaşımızın aldığı 5 le bizim aldığımız 5 aynı. Sistem bizi aynılaştırmaya başlıyor. Oysa biz ondan çok farklıyız. Rakamlar bizi hapsetmeye başlıyor. Hep kantitatif değerlendirmelerle lise son sınıfa kadar geliyoruz. Not ortalaması diye bir rakamı yukarı çekmek için çalışıyorsun. Üniversite sınavına girme döneminde kantitatif başarı seni hapsediyor. 3 yanlışın 1 doğrunu götürüyor. Oysa bazen hayatta yaptığın bir yanlış tüm doğrularını götürüyor. Bazense kredin sonsuz. Ne kadar yanlış yapsan da değerinden bir şey kaybetmiyorsun annen için. İşin garibi 3 yanlışın 1 doğruyu götürmesi kimse tarafından garipsenmiyor. Amaç doğru yapmak mı az yanlış yapmak mı? Bu sınav bilgiyi mi ölçüyor? Yüzün üzerinde sorunun ne kadarında doğru cevap verdiğin önemli. Hepsi aynı değerde değil evet, ama onlara da kantitatif bir değer atfedilmiş. Sayısalcıysan, Matematik Türkçe’nin 1,4 katı değerinde. Sözelciysen Fen’in değeri senin için önemsiz. Kutucukları doldurarak bir rakamsal değer yakalıyorsun ve o değer senin bir üniversiteye girebilmen için yeterli oluyor. Seni anlama imkanı yok kimsenin. Anlama sistemi de yok zaten. Rakamlar yine seni senden daha çok ifade ediyor.

Üniversitede de pek bir şey değişmiyor. Hocalar gidiş yoluna puan vermiyor çoğu zaman. Sonuç doğruysa 20 yanlışsa 0 alıyorsun. Nasıl düşündüğün değil doğru sonuca ulaşıp ulaşmadığın önem kazanıyor. 100 almaya ve not ortalamanı 4 yapmaya çalışıyorsun. Her şeyimiz kantitatif olarak ölçülüp değerlendiriliyor. O rakamsal değerin bile bazen mutlak bir değeri yok. Çan eğrisi yapılıyor. Sen yüksek puan almak için uğraşırken herkes yüksek puan alınca başarın düşüyor. Senin başarın başkasının başarısızlığına endeksleniyor yine. Kalitatif verilere ise kimsenin itibar ettiği yok. Daha başarılı olman daha yüksek rakam elde etmene bağlı.

İş hayatına başlarken not ortalaması diye bir şey çıkıyor karşına. Bu rakamsal değer sen oluyorsun yine. İşe alımda önemli bir rol oynuyor. Sonrasında kaç yıl iş tecrübem olduğu sorulmaya başlanıyor işe alımlarda. Sanki yılları harcamak tecrübe edinmek için yetermiş gibi. En az 2 yıl tecrübeli deniliyor. O iki yılda ne yaptığın daha sonra soruluyor. Yani öncelikli olan yine kantitatif veri. Kalite, yine sonra geliyor. O kadar da vicdansız olmayalım. Mülakatlarda senin yetkinliklerine ve kişisel özelliklerine daha çok önem veriliyor.

Bir iş yeri ya da marka sahibiyse ürün sayısıyla ya da ihracat yaptığın ülke sayısıyla övünüyor. Danışmanlık yaptığımız markalardan biri Dünya’da 80 ülkeye ihracat yaptığıyla övünüyordu. Oysa toplam rakam, bir ülkeye çok rahat yapılabilecek bir ihracat miktarıydı. Pek çok marka ürün çeşitliliğiyle övünürken Steve Jobs çıktı ve tek bir ürünle nasıl başarı yakalanacağını ispatladı.  Samsung’un onlarca cep telefonu modeli iPhone ile savaşıyor. Bizim yerel üreticimizde rakamların peşine düşüp, ürün çeşitliliğini artırma ve ihracat yaptığı ülke sayısını artırma telaşında. 7 kocalı Hürmüz olmaya çalışıyor. Oysa yükseltmek istediğin rakam o olmamalı.

Ve sen ey tüketici! Mutluluğunu aldığın maaş miktarıyla, evinin m²’siyle, televizyonunun ekran boyutuyla, arabanın motor kapasitesiyle, göğüs ölçünle, boyunla, kilonla ve daha pek çok rakamsal olarak ölçülen şeyle endekslemeye başladığın an hayat senin için bir yarış haline geldi. Hep daha fazla rakam (ya da daha az rakam,kilo vermek isteyenler için) peşinde koşmaya başlıyorsun. Başarıların ve mutlulukların hep rakamlar üzerine inşa ediliyor. Sense “kalite”* nin anlamını dahi unutuyorsun. Otellerin ve filmlerin kalitesini anlamak istiyorsun. Bir tercih yapacaksın. Onlara ilişkin yorumlar rakamlarla hayat bulmaya başlayınca senin saplantın zirve yapıyor. Yüksek rakamlı olanın daha iyi olduğu, düşük rakamlı olanın daha kötü olduğu kazınıyor kafana. Beğenin rakamlara bağlandığı an neyi beğeneceğini bile rakamlar söylüyor artık sana.

En çok IMDB gibi kantitatif verileri, kalitatif değerlendirmeleri gölgede bırakacak şekilde sunan platformlar prim yapıyor. Çünkü insanların hayatını kolaylaştırıyor. Mukayese imkanı artarken düşünme engelleniyor. 8.8 puan alan bir film otomatik olarak 8.4 alan bir filmden daha “iyi” bir hale geliyor. Oysa belki de 6.3 puanlık bir film senin geçmişindeki güzel bir anıyı kafanda canlandıracak ve o an hiç olmadığın kadar mutlu olmanı sağlayacak. Belki bir dostunu aklına getirecek, çıkınca onu arayacaksın, güzel bir sohbet edeceksin. Belki işine dair güzel bir fikir verecek ve daha mutlu bir iş hayatın olacak. Ama yok! Kaliteye geçit yok! Rakamlar hep kaliteden bir adım önde ve sende yargı oluşturmak için (ön yargı değil yargı) yeterli. Ve ne yazık ki kalitesini ispatlamak isteyenler de bu çarka giriyor ve kantitatif veriyi artırmaya çalışıyor.

Facebook’taki arkadaş sayın ve Twitter’daki takipçi sayın senin ne kadar kaliteli bir adam olduğunu gösteriyor (güya). Onunla mutlu olmaya başladığın an ise bittin! Artık arkadaşların ya da iletişimde olduğun insanların kalitesi değil sayıları önemli. Kim oldukları hep ikinci planda kalıyor. Kaç kişi oldukları önemli olan. Siz kaç kişisiniz?

Rakamların önemsiz olduğunu söylemiyorum tabi ki. Ben bir mühendisim (Kimine göre “çakma” da olsa). Ben rakamları çok severim. Özellikle de kağıt banknot üzerinde yazanları. Takipçi sayım artsın istiyorum. Ama kalitesiyle birlikte artsın, kuru kalabalık olmasın, konuştuğum laf ortada kalmasın istiyorum. Yazdıklarımı kaç kişinin okuduğu inan umurumda değil (ben söylerken bile inanmadım), önemli olan bir fark yaratıyor olmak. Hani bir hikaye vardır:

Adamın biri sahile vuran denizyıldızlarını alıp denize atar durur. Onu gören başka bir adam yaptığının anlamsız olduğunu çünkü yüzlerce denizyıldızı olduğunu, yani bir şey değişmediğini söyler. Diğer adam bir denizyıldızı alır ve denize geri fırlatarak “Onun için değişti” der.

Daha çok para kazanayım istiyorum, GSMH’nin yakın dostuyum. Uzun yıllar yaşamak istiyorum. Kantitatif araştırmalara dayanarak “Müşteriniz bunu istiyor” dediğimiz de oluyor. Ama kalitatif veriye her zaman kantitatiften daha çok önem veriyoruz. Fikir üretmemizi sağlayan şey çoğunlukla rakamlar değil iç görüler ve hislerimiz oluyor. Yani ne olduğundan önce nasıl olduğu benim için önemli. Rakamların bende saplantı oluşturmasını engellemeye çalışıyorum. Çok başarılı olduğum söylenemez ama deniyorum.

*Şirketlerdeki kalite departmanları kantitatif veriyle belki de en çok haşır neşir olan yerdir. İstatistik, kalite için her şeydir. Oysa “Quality” dediğimiz şey kendi başına “Quantity” dediğimiz şeyin tam zıttı değil midir? Bir şeyin kalitesini kantitatif olarak ifade etmek işin mantığına aykırı değil midir?

NOT: Kısa yazmaya çalışıyorum aslında.