Koca Bir Kalıp Buz

Koca bir kalıp buzu alnının orta yerine bastırırken, etraftakilerin rahatça duyabileceği kadar yüksek ama sanki kendi kendine söyleniyormuş gibi alçak bir ses tonuyla “Sıçarım böyle işin içine. Bir daha da gelirsem ne olayım!” diye söylendi. Duyanların bir kısmı oralı bile olmadı, bir kısım da olay büyümesin diye gereken tepkiyi vermekten kendini alıkoydu. Rüstem’in şu anki haline yere düşen çocuk gibi muamele ediyorlardı. Ne kadar üstüne varırlarsa o kadar çok söylenip ağlayacağını biliyorlardı. Ekseri böyle bir alışkanlığı vardı. Başına ne dert gelirse (ki başı pek beladan kurtulmazdı) tüm çevrenin seferber olmasını, sormasını, ilgilenmesini, destek olmasını beklerdi. Oysa bu defa düpedüz haksızdı.

Müşteriden okkalı bir kafa yemiş, şans eseri burnunu kurtarmıştı. Hoş, kurtaramasa belki bu (Allah günah yazmasın) yaratılış mucizesi (!) burna işini bilir bir marangozun (zira bu iş doktoru aşardı) el atması için bahane olurdu.

Şimdi tezgahın arkasında duran Rüstem’in suratının orta yerindeki bu patlıcanın üç parmak yukarısında bir domates büyüyordu. Eriyen buzların suyu patlıcanı sulayıp geçiyor; bakımsız, soğan saçağı gibi uzanan bıyıklarının arasından akıyor, oradan da söylenip duran dudaklar arasından koca tükürükler gibi etrafa saçılıyordu. Tezgahın önünden geçenler bir tezgahın önüne dökülüp ezilmiş domateslere, bir Rüstem’in suratına bakıyordu. Bu bakışları, görmekten memnun olmadıkları bir tanıdıktan kurtulmak ister gibi kaçamaktı. Bu telkinsiz ortamı görenler alacağı varsa da adımlarını hızlandırıp başka tezgahlara doğru seyrediyordu.

Bir saat kadar böyle sürüp gitti. İşin en janjanlı olacağı zamanda beş kuruş satış yapamayınca “Oğlum Rasim, tezgah sana emanet. Ben bir eczane bulup geleyim.” dedi. Cebindeki bozuklukları 13 yaşındaki ergen gence emanet ederken alçak sesle hangi malı en düşük kaça verebileceğiyle ilgili telkinde bulundu. Kendisi de söylene söylene önlüğünü çıkarıp tezgahın altına alttı ve öteki pazarcıların meraklı bakışları altında tezgahı terk etti.

Tam pazardan çıkacakken Zabıta Erhan’a denk geldi. Laf söylemesin diye bir eliyle gözünü ovuşturarak çıkmak istedi ama kar etmedi. “Ne o Rüstem? Fazla düşünmekten beyin amcıklaması mı geçirdin? Alnındaki ne?” diye seslendi. “Siktir lan?” diye karşılık verdi Rüstem. “Bana ne kızıyorsun oğlum? İşini düzgün yapmazsan böyle olur. Sağ olsun vatandaş kendi işini kendi görüyor. Bize birşey bırakmıyor.” diye üsteledi. Rüstem “Ulan şu pazarda iyileri tezgah önüne koyan bir ben miyim? Beğenmeyen almasın.” diyerek hem Erhan’a hem de etraftakilere karşı kendini aklamak istedi. Ama Erhan’ın dini imanı yoktu.”Yeme bizi Rüstem. Görenler öyle demiyor. Kadına düpedüz asılıyordu diyorlar. Yok efendim yaz portakallarım var, yok efendim tüysüz şeftalim var bilmem daha neler.” “Pes be abi. Ben meyve mi satıyorum. Sebzeciyim ben sebzeci. Şeftali bende ne gezer. Domates satarım ben, hıyar falan… Kime diyorum ki. İşiniz gücünüz dedi kodu.” Erhan lafı koydu: “O değil de adam sana nasıl kodu?”. Sonra yanındaki zabıtanın omuzuna laubali bir şekilde vurarak yüksek sesle bir kahkaha patlattı.

“Rezil olduk” diye geçirdi içinden Rüstem “Alemin madarası olduk resmen. Orospu karı. Her hafta tek gelir. Türlü işveler, nazlarla malın en iyisini hem de herkesten ucuza götürür, bu hafta nereden çıktıysa bir herifle gelmiş. Madem evli kadınsın ne diye iş atıp duruyorsun. Kapısına kadar da taşıtıyor bir de. Biz ne zaman eve buyur edecek diye düşlerken kafayı kırdırdık. Millete madara olmamız da cabası. Hay ben ağzıma sıçayım, düşük çeneme… Sağda solda ballandıra ballandıra anlattık, şimdi rezil rüsva olduk.”

Durdu ve başındaki şişliği tekrar kontrol etti. “Yine de ucuz atlattık. Bu herif beni değil evde, kapıda yakalasa pestile çevirirdi”.

O sırada kapısından içeri girdiği eczanedeki çırağa bir göz kırptı. Uyuşturucu ticareti yapar gibi elinin ucuyla aldığı mavi hapları cebine attı.

Yakışıksız

Kıvanç, karşımda öylece durmuş bana bakıyordu. Sol gözünün altında beş santim uzunluğunda bir yarıktan çenesine doğru kanlar akıyordu. Her zamanki pis sırıtışı vardı yüzünde.  Sonunda bu pisliğin karizmasının içine etmiştim.

Kabul ediyorum. İlk başlarda çok havalıydı. İstiklal Caddesi gibi kalabalık yerlerde yürümeye bayılırdım. Bir çok insan beni yolumdan çevirip fotoğraf çektirirdi. Hatta bazen bu kişiler arasında ünlüler bile olurdu. Tabi benden, yani Kıvanç’tan daha az ünlüler. Ben de ilk başlarda Kıvanç olmak için çok çaba sarf ettim. Saçlarıma çok iyi bakıyor, Mavi’den giyiniyordum. Bunun karşılığını da alıyordum. Epey bir kız düşürdüm bu sayede.

Ancak sonraları bu benzerlik çok can sıkıcı bir hal aldı. İnsanlar artık bana acıyarak bakıyor. Muhteşem bir sanat eserinin ucuz bir çakması gibiyim. Çok ünlü ve çok yakışıklı birine benzemek hiç de sandığım kadar güzel değil. Aksine üzerime konmuş bir lanet. Kendi benliğimi hiçe sayan bir maske var suratımda. Benim ne istediğim önemli değil, Kıvanç’ın ne istediği ne yaptığı önemli. Ona ne kadar benzediğim önemli. Başarım ona olan benzerliğimle ölçülüyor. O kaşına çizik mi attırdı, benden de aynısını bekliyorlar.

Şu an elimde kırmızı saplı bir falçata var. Sanırım en son lisede kullanmıştım. Kırıla kırıla iki parmak uzunluğunda kalmış. Böylesi daha iyi diye düşündüm. Ucuna baktım. Biraz pas tutmuş ama görevini yerine getirmeye hazır bir piyade er gibi dikiliyor karşımda. Falçataya bakarken tüm bu yaşadıklarım gözümün önünden geçmeye başladı. Kolay bir karar değil. İlk defa birine zarar vereceğim. Sonunda Kıvanç’ı bire birde yakaladım. Sakin bir şekilde sol gözünün altına, yanağının orta yerine falçatanın ucunu geçirdim ve aşağı doğru çapraz bir yol yaptım. Canım acımadı desem yalan olur. Ama içimde bir rahatlama belirdi.

O sırada içeri sevgilim girdi.

– Ayyy… Kadir ne yaptın yüzüne?

Aynadaki aksimi kontrol ettim, artık o lanet adama benzemiyordum.

Gel

– Gelmiyor musun canım? dedi.

Elini kapının kenarına dayamıştı. “Gel” der gibi bakıyordu. “Geliyorum” cevabını bekliyordu. Yalnız başına yatağa girmeyi sevmiyordu. “Sarılıp uyuyamayacaksam neden evlendim?” tezinin en güçlü savunucularındandı.

Yorgun gözlerimi okuduğum kağıt tomarından kaldırıp kapıya yöneltti. Sonra tekrar elimdeki kağıtlara… Kenarından parmaklarını yüzdürüp okuması gereken şeyleri kestirmeye çalıştı. Çok vardı. Sayamadı tam.

– Yok canım, sen yat.

Yüzü, küçük bir çocuğun eve eli boş gelen babasına tutunduğu tavır gibi bir hal aldı. Önce kafasını sonra tüm vücudunu istemsizce yatak odasına doğru döndürdü. Yatak odasının ışığıyla birlikte evdeki güzel şeyler de söndü.

Issız odadaki halini bir an çölde susuz kalan bir adama ve tepesinde dikilen güneşe benzetmişti. Bunu düşünürken tepesindeki masa lambasına dikmişti gözlerini. Eskiden de bu kadar parlak mıydı bu ışık? Lamba hafif hafif titremeye başladı. Camdan gecenin karanlığına göz gezdirdi. Kendisi gibi uyumamış birilerini görerek gecenin yalnızlığını paylaşmak istedi. Kimsecikler yoktu. Işıldayan pencereler olası bir hırsızı kandırmak için açık bırakılmış gibi ıssız ve hayatsızdı. Dışarıda esen rüzgar sokakta ayakta kalan bir kaç çam ağacını sarsıyordu. “Bu yeni pencereler” diye geçirdi içinden “dışarıdaki hayattan bi haber ediyor insanı.” Ne yağmur sesi geliyor, ne rüzgar ne de çoluk çocuk cıvıltısı. Her daim de cam açılmıyor ki.

Kafasını cama iyice yaklaştırdı ve rüzgarın ıslığını hissetmeye çalıştı. Faydasız. Kalkıp su içme bahanesiyle mutfağa gitti. Bir bardak suyu alıp balkona çıktı. Mevsim güz, aylardan Kasım’dı. Balkon sezonu çoktan kapanmıştı. Yazın bi heves dikilen, güz gelince ise kaderlerine terk edilen, boynunu bükmüş çiçeklere baktı. Bardakta kalan suyu onlar arasında kardeş payı yaptı.

Belki bi faydası olurdu. Biraz rüzgar ve beraberinde gelen küçük bir ürperme… Derken ne olduysa karşı binadaki 3-4 pencere bir anda karanlığa büründü. Elektrikler gitmişti. İçini bir bahaneye sığınmanın verdiği mutluluk ve huzur kapladı.

– Geldin mi canım?

Sarıldı.

– Evet canım, sabah erken kalkar çalışırım.

Kalkamadı.

Serdar Erener’in Çelişkisi

Serdar Abi’nin Çelişkisi

Ben reklamcı değilim. Reklamcıların işlerine çok karışmayı sevmem. Reklamcı dediğin karakteri itibarıyla ve yaratıcılık gereği tanrıyla aşık atan bir meslek sahibidir. Uzak durmak lazım. Hoş, Hulusi Derici bir meslek olmadığını savunur ve “cılık culuk” diye meslek olmaz der ama biz yine de bir meslek olarak kabul edelim.

Esasen Serdar Erener’i de tanımam. Onun gibi kelli felli adamlar hakkında konuşurken, hele ki yaşça benden büyükse, olabildiğince ölçüp biçerim. Tanısam belki çok severim. Bilginin dibine kadar inme saplantısı bende de var. İşime yarayacak şeyi bulsam da teoriyi kurcalamaya devam etmek bana keyif veriyor. İdeolojik düşüncesi nedeniyle (Gezi olaylarındaki tavrı nedeniyle) müşteri kaybetmesi de bence üzücü. İnsan her zaman işiyle sınanmalı. Senior Stajyer “Atı alan Üsküdar’ın Anasını Belledi“ yazısında bu konuları detaylı anlatmış.

Erener Ne Yapmak İstiyor?

Serdar Erener’in Medaicat’teki yazısının başlığını okuduktan sonra herkes gibi şaşırdım: “Patlat bi Uber de görelim”. Şaşırmaktan ziyade “Ne alaka?” dedim. Amaç buysa merak ettim, yazıyı okudum. Brand Week İstanbul 2014’te yaptığı (gereksiz) İngilizce sunumla bize bundan önce de bir şok yaşatmıştı. Belki de reklamları gibi, yazdıkları ve söyledikleri de yüksek ses çıkarsın istiyor. “Instant fame” vaadine uygun olarak.

Brand Week’deki sunumunda söylediği bir laf çok önemliydi “Ben yaratıcı bir insan değilim. Ben basit bir satıcıyım. Reklamcıyım”. İyi satıcı olduğu kesin. Zira yer yer vasat bulduğum reklamları müşteriye kabul ettirmek önemli bir satış yeteneği gerektirir.

İşin İçindeki Çelişki

Bir marka için en önemli şey tutarlılıktır. Bir insan için de öyle. İlk marka insan olduğu için doğası gereği öyle.

  1. Çelişki: Hem işinin insanlarla empati kurmak olduğundan, hatta onların zihinlerine atıfta bulunmaktan, insanları anlamaktan bahsedeceksin hem de hafta sonlarını tek başına teknede kitaplarla geçireceksin (Brand Week’teki konuşmasında bahsetmişti). Zihin Teorisi, ayna nöronları, mikrokozmoz, makrokozmoz gibi bilimsel tonla laf etmek insanı daha entelektüel gösterebilir ama onu daha iyi bir reklamcı yapmaz. Bilginin erdemine inanırım. Ama reklamcıysan bilgiyi Darwin’de, nöromarketing gibi afili kelimelerin altında değil gerçek tüketicide ve markanın kendi benliğinde aramalısın. Tabiri caizse insanın ve markanın “alametifarikasında” aramalısın.
  2. Çelişki: Hem yaratıcılık değil ün satıyorum diyeceksin hem de yaratıcı projeleri kendi sektörüne örnek göstereceksin. “Bunları çıkarın” diyeceksin. Sektörün hepsi adına sanki en yaratıcısı senmişsin gibi çıkıp konuşacaksın. Bir reklamcı müşterisine Uber ya da Yemeksepeti gibi fikirler sunamaz. Saçma! Bu onun işi o değil. Bir marka danışmanı olarak benim işim de değil. Girişimcilik reklamcılıktan bambaşka bir şey. Biz pazarlamacılar ancak bu girişimin başarılı olabilmesi için ter döken emektarlar olabiliriz. Bir işe giriştiğini – ki bu iş çoğunlukla Ege’de bir kasabaya yerleşip butik otel ya da arka sokakta bir hamburgerci açmak değilse kesin niş bir alanda online satış sitesi açmaktır – söyleyen reklamcı görürseniz borcunuz falan varsa hemen geri isteyin, yakın zamanda batacaktır çünkü, paranız kalmasın.

Kaldı ki yeni dünyanın vizyoner iş fikirlerini çıkarmamız lazım diyorsan adama “Sen ne yapıyorsun” diye sorarlar. Senin yaptığın işler markanın stratejisinden, özünden beslenen, miras kalacak şeyler yaratmıyor, reklamcılığa yeni bir anlayış getirmiyor, dünyaya örnek olmuyorsa da ramazan davulu etkisi yaratıyorsa yaratıcı iş fikirlerinden bahsetmek sana uymaz.

Ünlü kullanma merakı ya da Sertap ve Nil’in cingılları beni çok da ilgilendirmiyor. Neticede bir yerden para kazanması lazım işletmenin. Onun da alıcısı var.

Biraz da iş konuşalım.

Kendisinin (ya da ajansının, her neyse) Hepsiburada için yaptığı “ayağına gelsin” reklamını hepiniz hatırlarsınız. Kategorinin temel vaadini ağzına dolayan bütünüyle yanlış ve masraflı bir iş. Kategoriyi büyüten mesajlar vermek için pazar lideri olmanız “bile” yetmez. Fiziksel penetrasyonun ve “convenience” denilen şeyin en çok sizde olması gerekir. Müşterilerin her markaya eşit derecede erişebilir olduğu ve fiyat kıyasının iki tıkla yapılabildiği bir ortamda “ayağına gelsin” lafı için “saçma” kelimesi iltifat sayılır. Satışlar artabilir ama bir balondur. Belki başka trülü yaparsan markanın pazar liderliğini kaybetmesini de önlemiş olurdun.

Bülent Ersoylu Pepsi reklamlarına hiç girmiyorum zaten. Reklamların altındaki yorumları okusanız yerter. Reklamı yaptıklarında, gelen tepkilere karşı Pepsi’nin pazarlama müdürü “satışlarımız arttı” demişti. Artar tabi. O kadar paraya yevmiyeyle adam tutup “Pepsi, pepsi, pepsi, pepsi…” diye bağırtsan yine satışlar artar. Reklamcılık böyledir işte. Alternatif olarak ne yapsan sonuç nasıl değişirdi bilemeyeceğin, yani kontrollü deney yapamayacağın için bol keseden rakam sallayabilirsin.

İşin Özü

Elbette iyi reklamları da vardır. Ama benim gördüğüm şey Erener imzası taşıyan işler markaya bir miras bırakmaz. O web sayfalarında da sergilediği gibi cingıllarla, şarkılarla, ünlülerle ve bol bütçeli yapımlarla “instant fame” den ibarettir. Buna reklamcılar kızabilir, ben kızamam. Ben bir stratejist olarak reklamın ve her iletişim çalışmasının arkasındaki stratejiye ve bunun ayrıştırıcı gücüne bakarım. Bunu göremediğim bir reklamcının Uber ve Yemeksepeti gibi özgün iş fikirlerini pazarlama malzemesi olarak kullanmasını ise yadırgarım. Herkes gibi.

Babamın Paylaşılamayan Şiirleri

Hemen söyleyeyim. Bir babanın şiirlerinin, tıpkı geride bıraktığı mal mülk gibi, çocukları tarafından paylaşılamaması değil bahsettiğim.

Benim babamın şiirleri hiç paylaşılamadı. Hiç sosyal medya yüzü görmedi o şiirler. Kimsenin Facebook duvarında ışıldamadı, ya da kimse tarafından “Retweet”lenmedi. Seveni çoktu ama kimse onu fenomen yapmadı, hiç kimse hiç bir şiirini yıldızla gösterilen favorilerine eklemedi. Benim babamın şiirleri hiç paylaşılamadı.

Yaşamadan paylaşılan anların hükmettiği bu çağa, paylaşılmak için yazılmayan ve belki onlarcası hiç kimseyle hiç bir zaman paylaşılamayan, yazılmayan şiirleriyle yetişemedi o adam. Yetişse de bir bloğu olur muydu bilmem. Yetişemedi mi, yoksa o çağ gelince “Buranın havası bozuldu, ben kaçar aga” der gibi mi gitti bilmem.

O bir gerçek yazardı. Çünkü hiç bir zaman okunmak için yazmazdı. “İşte gerçek bir yazarın sahip olması gereken tek şey bu” dedim bugün kendi kendime. Okunmak için değil yazmak için yazmak. Bu sayede “haliyle” okunmak. Sipariş üzere şiir yazmışlığı vardır ama o da istisna. Tarkan’ın Sibel Can için şarkı yazması gibi değil bahsettiğim. “Hacı abi bizim hoca için de bir şiir söylesen” dediklerinde ilham gelirse o anda, gelmezse haftaya bir şiir çakardı. Kim bilir söylenen ama yazılmayan kaç şiir karıştı gitti nefes aldığımız havaya. Ama biz onu herhangi bir oksijen gibi tüketmeye devam ettik. Ciğerlerimizde bir yerlere dokundu belki ama aklımız yetmedi, kalbimiz hissetmedi. O anın hoşluğunda, bir gülümsemenin resmedildiği dudaklarda eridi gitti.

Babam hiç bilgisayar yüzü görmedi. Görmedi dediysek uzaktan gördü elbet ama klavyeye basmışlığı yoktu. MP3 çaları ona tarif ederken “Bak baba, bunun içine nerdeyse 300-400 tane şarkı sığıyor” dediğimde tepkisi, “Vay pezevenkler vay, nası yapıyorlar yav!” oldu. “Baba bak bu bilgisayar. Bilgi saymak dışında her boka yarıyor. Hele sosyal medya dedikleri bir şey var, insanların burada yüzlerce, yılda bir kere bile görmediği arkadaşı var. Herkes bir şeyleri paylaşıp takipçi artırmak için yarışıyor. Kimisi öyle ki paylaşmaktan hayatı kaçırıyor.” desem ne derdi bilmem.

O bizim gibi “Word” dosyalarına yazmadı aklındakileri. Sınırları yoktu. Her yeri defter gibi kullanırdı. Bir telefon rehberinin arkasını, bir gazete kağıdın kenarlarını, bir hesap kitap defterinin fihrist olarak ayrılmış yapraklarını, halı dokurken kullanılan örnek çizimlerin yer aldığı kağıtların kenarlarını (halıcı olduğu zamanlarda), çekirdek konan kese kağıtlarının üstünü (bakkal olduğu zamanlarda), sigara paketlerinin üstünü (sigara içtiği zamanlarda)…

Oysa kağıda yazmak ne güzelmiş. Tarihe bir iz düşme yetenekleri, dört yıl sonra bile bir yerlerden karşına çıkma ihtimalleri… Bir hata yapıp üstünü çizdin mi kağıtta, aynı şeyi daha farklı nasıl söylemeye çalışmışsın görünür. Kağıda yazmak güzeldir bu yüzden. Hataların görünür.

Benim babam hiç okul yüzü görmedi. Görmedi dediysek uzaktan elbet görmüştür, hatta abisi okula bile gitmiştir. Ama o, okuma yazmayı abisinden öğrenen, hiç okula gitmeyen bir şairdi. “Ne zaman şiir okumaya başladın” diye sorulduğunda henüz 10 yaşında bile olmadığını söyleyince şaşırıp kalırsınız, oğlu olsanız bile. Bir gece gördüğü bir rüyada, 500 yılda çıkılan bir dağda, bir yanına İsa’yı bir yanına Mehdi’yi alarak başlamış şiir yazmaya.

Yazma yeteneğinden bana bir zerre bahşeden babamın şiirleri hiç paylaşılamadı. Şimdiye kadar:

YOKSUL HASTA

Yorgunluk, halsizlik var vücudumda,
Gidip bir doktora ettim müracaat,
İnceleme yaptı her durumumda,
“Gayet vitamin al, üç ay istirahat.”

“Yazdığım iğneler gayet değerli,
Her gün iki kere vakti ayarlı,
Ver elliyi çık dışarı, zavallı,
Bak haline, olmuşsun bir iskelet.”

Bir reçete yazdı, koskoca ferman,
Vardım eczacıya, çıraklar kirman,
Yığıldı ilaçlar oldu bir harman,
Aman Allah bu ne büyük mazuret.

Biri hesap etti, biri topladı,
Bir göz attım iki yüzü atladı,
Eyvah bizim cepte atom patladı,
Tamir edek derken, ettik hasarat.

Verdim iki yüzü, birde küsuru,
Yok imiş dünyada derdin kısırı,
Doktor çıramı yaktı, eczacı hasırı,
Kaldı yüz yetmiş beş, aldık bir bilet.

Girdim dış kapıdan, çocuklar koştu,
Hele küçük yavru, yaramı deşti,
Cebim ilaç dolu, ellerim boştu,
Karı iki karış salladı surat.

Yığıldım köşeye, pabuçlarımla,
Yedim damaklarımı, hep dişlerimle,
Tam veda zamanı, gardaşlarımla,
Çağırın hocayı, versin esselat.

Marka(nı böyle) İsimlendirme: Tozlu.com

Samsun Çarşamba Havalimanı’nda 2011 yılında tanışmıştım Tozlu Giyimle. Bölgenin yerel bir giyim markası. Elbette ki konumuz bu markanın ismi. Kötü bir ismin para kazanmaya engel olmadığını ancak işi zorlaştırdığını düşünüyorum. Ne kadar etkilediğini de düşünelim istiyorum. Malum. Pazarlamada sürekli birileri kurallar koymaya çalışır birileri de yıkar.

Bunun en iyi örneği “Next Generation” konumlandırmasına sahip bir marka için Bülent Ersoy, Seda Sayan gibi “Old Generation” isimler kullanan Pepsi reklamlarıdır (Adı geçen rezil reklamları Alametifarika yapmıştır). Pepsi’de dönemin yöneticisi olan kişi satışların reklamdan sonra arttığından bahsetmişti. Bu iş böyledir. Diğer türlü olsa nasıl olacağını göremeyeceğimiz ve ispat edemeyeceğimiz için istediğini söyleyebilir yönetici. Kontrollü deney imkanı yoktur pazarlamada. E adam milyon dolarlar harcatmış Pepsi’ye, tutup marka imajını nasıl yerler altına aldığını kabul mu etsin? Bu nedenle de Tozlu.com markasının adına yönelik söylenecek herşey, Webrazzi.com’da yer alan bilgiye göre günlük 5.000 adet kargo çıkaran, her yıl 3 haneli büyüyen, Türkiye’nin giyim kategorisinde 5. sırada yer alan Tozlu.com için “Bol keseden sallama” olarak düşünülebilir. Olsun.

İdealde iyi bir marka isminin marka vaadini desteklemesi, rakiplerden ayrışması, hedef kitlede ayrıştırıcı bir his uyandırması gerekir. Yani markaya hayata başlarken avantaj sağlaması gerekir. Her ne kadar dünyanın 1 numaralı şampuan markasının adı “Başlar ve Omuzlar” olsa da (ki direkt marka vaadini anlattığı için ismin iyi bir tarafı da vardır) marka ismi önemli bir konudur. Yazılanlara göre Tozlu.com ilk lanse edildiğinde olayın bu boyutlara erişeceği tahmin edilmemiş. E zaten markayı güçlü temeller üzerine inşa etmek biraz da geleceği görmektir.

Bir markanın kötü bir isimle başarı yakalaması bu işin doğrusunun bu olduğu anlamına gelmez. Bu, Kiğılı’nın marka adının doğru olduğunu kabul etmek gibidir. Pazarlama işi bir optimizasyon işidir. Kısıtlı kaynakları verimli bir şekilde kullanarak en çok etkiyi elde etmektir önemli olan. Önemli olan şu. Şirket, ilk kurulduğu zamandan itibaren kendi soyadını koymakta diretmeyip anlamlı ya da en azından hiç bir anlamı olmayan bir isim seçse daha başarılı olabilir miydi? Pepsi Seda Sayan’a vereceği onca parayı daha akıllıca kullansa yine aynı satış artışını yakalayıp üstüne marka gücüne güç katmış olabilir miydi? Bence ikisinin de cevabı evet.

Anadolu’dan markalar çıkaralım çok istiyorum. Ama bu iş böyle olmaz. Bu iş Tozlu.com’un yaptığı şeyi doğru kabul ederek olmaz. Bu 1.91 boyundaki Kerem Tunçeri’ye bakıp, “Basketbolda boy önemli değildir” demektir. Vakti zamanında Ülker’i ve Pınar’ı gören tüm markalar onlarca farklı çeşitteki ürünün üstüne tek bir isim yazmayı doğru zannettiler. Aytaç yaptı bunu bir ara, şimdi durumu malum. Şu an aynı hatayı Torku yapıyor.

Her ne kadar Tozlu.com doğru bir iş yaparak reklamlarında adıyla dalga geçse de bu marka adına bu kadar para yatırmak doğru değil. Daha az para harcanarak daha iyi bir marka ismiyle daha güçlü bir marka yaratılabilirdi. Şu an Kerem Tunçeri boyuyla, çok çabalayarak NBA’e de oynamaya çalışıyor. Ya başka bir isim seçebilirdi ya da bu isme bir “Outdoor” markası yakışırdı.

Yolunuz açık olsun Tozlu.com ama bu mücadeleye girmeye gerek yoktu.

Reklam Analiz 3: Sahibinden, Arabam ve Hürriyet Emlak

Selamlar,

İnternette faaliyet gösteren markaların konvansiyonel (geleneksel) iletişim mecralarında reklam yapmaya başlamasına alıştık artık. Hızlıal, Hepsiburada, Gittigidiyor gibi markalardan sonra Sahibinden.com, Arabam.com ve Hurriyetemlak.com da TV reklamlarıyla karşımıza çıktı.

Sahibinden.com, hepsiburada’nın yapması gerektiğini yaparak liderliğe ve büyüklüğe oynadı. “Ayağına gelsin” gibi hiç bir stratejik içgörü içermeyen bol ünlülü Hepsiburada reklamına karşı, Sahibinden’in reklamı şapka çıkarılacak cinsten. Arabam.com ve Hürriyet Emlak reklamları ise Sahibinden’e sataşan ve onun zayıflıklarından faydalanan iletişim stratejileri yürütüyor.

1. Marka: Sahibinden.com

Reklam:

Ajans: Rafineri

Ana Mesaj: Sahibinden.com en fazla seçeneğe sahiptir.

Değerlendirme: Reklam son derece başarılı. Bunun nedeni reklamın güldürmesi ya da yaratıcılık faktörünün kendisi de değil. “Aradığınız… sahibinden.com’da yoksa, muhtemelen öyle bir … yoktur” iddiası çok rasyonel ve çok davetkardır. En çok çeşidi orada bulacağınızı söyler ve bu nedenle aramanızı ordan yapmanızı söyler. Yani çok net bir vaat taşır.

2. Marka: Arabam.com

Reklam:

https://youtube.com/watch?v=PGMVUEAbwoU

Ajans: Consept

Ana Mesaj: Bizde sadece araba var!

Değerlendirme: Liderin zaaflarından son derece akıllıca faydalanan bir reklam. Liderin kendisini üstün göstermesine karşın, onu hafifçe tiye alan ve büyüklüğün uzmanlıkla eş olmayacağını, hatta tam tersi herşeyi satan adamın araba satamayacağını iddia ediyor. Sahibinden.com reklamı ne kadar başarılı ise bu reklam da en az onun kadar başarılı. Akıllı bir takipçi olarak liderle eş zamanlı reklam vermesi de etkili.

3. Marka: Hurriyetemlak.com

Reklam:


Ajans: Bilmiyorum.

Ana Mesaj: Sahibinden çok karışık, emlak arıyorsan daha uzmanı var.

Değerlendirme: Sahibinden’in özellikle konutla ilgili çok büyük bir dezavantajı var. Pek çok ilan gerçekten “Sahibinden” değil. Öte yandan güncellikleriyle ilgili soru işaretleri de var. Hürriyet Emlak bunu çok iyi analiz etmiş. Büyüklüğü karmaşa ve düzensizlik olarak tanımlıyor ve tercih nedeni yaratmaya çalışıyor.

Arabam.com ve hurriyetemlak.com her ne kadar Sahibinden.com’a taş atarak pay çalmaya çalışsa da bu rekabet herkesin işine yarıyor. 3 reklamda da firma sahiplerinin her kuruşu markaya geri döner. Bir de şimdi dönüp hepsiburada.com reklamını izleyin ve benim o reklamla ilgili görüşüme göz atın. Hepsiburada’dan beklediğim tam olarak Sahbinden’in yaptığıydı. Şimdi daha anlam kazanmış olmalı.

Hayal Bile Kurdurmuyorlar İnsana

Hayal bile kurdurmuyorlar insana. Her taraftan hücum ediyorlar. Hayal bile kuramıyor artık insan. Gerçeği illa ki tırtıklıyor ucundan köşesinden. Bi de gerçeği gözüne gözüne sokuyorlar insanın. Hayal kırıklığı yaşamamak için hayal kurmuyor insan. Hayal kurmak için ne gerekiyorsa hepsinden uzağa, kalabalığa ve bilgi kirliliğinin içine içine koşuyor.

O Adam Aslında Ölü

Sinemadayım. Film öncesindeki reklamları izlemeyi çok severim. Eskiden alkol reklamları olurdu ne güzel. Kaliteli, kafa yorulmuş, etkileyici reklamlar yapıyordu köftehorlar. Yasakladılar şimdi, iyi oldu. İzleyip izleyip özeniyor, çıkışta içmeye gidiyordum. Zil zurna, küfede dönüyordum eve. Az önce izlediğim reklamlarda aynı tat yok. Televizyonda da gördüğün reklamı sinemada görmek işin havasını bozuyor sanırım. Bir de fragmanlar oluyor. Fragmanlar… Hayal katilleri… Hani bir komedi filmine aitse, hemen hemen tüm komik sahnelerin 35 saniyeye sıkıştırılmaya çalışıldığı manipülatörler. Az önce izlediğim fragmandan sonra fragman izlememe kararı almış olmanın dayanılmaz prensiplilik hissi içindeyim. Bilirsiniz. Prensip sahibi olmak da bir saygınlık kaynağıdır ve bunun için prensip sahibi olanlar da yok değildir. Yaklaşık 30 saniye içine filmin iki zaman diliminde geçtiğinin mesajını veren ve tüm hikayenin seyrini aktarma talihsizliğine sahip fragman sayesinde hatanın nerede olduğunu anlıyorum.

Sıradaki Parça Zaten Sırada

Radyoda bir şarkı çalmaya başlıyor. Erkin Koray, bir “Sevince” şarkısı patlatıyor. Normal zamanda istediğim her an dinleyebileceğim bu şarkının radyo dalgaları arasından zamansızca çıkışı, tüylerimi diken diken yapıyor. Uzun zamandır hiç bir şarkı bunu becerememişti. Şarkıyı sevdiğime gönderiyorum. “Bu senin için diyorum.”. Frekansı söylüyorum. Winamplı yılları yaşamış biri olarak binlerce şarkının bilgisayar ekranında bir listede hazır bekliyor olmasının pek de matah bir şey olmadığını fark ediyorum. Hatanın nerede olduğunu anlıyorum.

Dünya kadar para verip gittiğin Metallica konserinde sıradaki şarkının ne olduğunu biliyorsun. Hem de bu bir lütuf gibi sunuluyor. Ne saçma? Ne aptalca? Ne “fast food” ca. Metallica by Request adı altında duyurulan bu etkinlik yönteminin bir saçmalıktan ibaret olduğunun kimse neden farkında değil? Ne çalacağını ve hangi sırayla çalacağını insanlara söylemek, hatta insanların bunu belirlemesini sağlamak (!) kadar bir dinleyiciye yapılabilecek kötülük var mı bilmiyorum. Bir konser benzersiz bir deneyim değilse nedir? Gelecekteki bir mutluluğu satın almak için elinde telefon, aynısından yüzlerce olduğunu bile bile, performansı kaydeden kişi şimdiki mutluluğunu harcadığını bilmiyor.

Görülmesi Gereken Yerleri Zaten Gördük

Paris’e neden gideyim? Eyfel Kulesi’ni neden göreyim? Daha önce belki yüzlerce kez ve her açıdan gördüğüm o görsel manzarayı tekrar görmek bana ne verecek. Gidip önünde fotoğraf çektirmek ve “Ben buradaydım” demek için biraz pahalı bir zevk bu. Tırtıklıyoruz deneyimi ucundan kıyısından. Görmemiz gereken yerleri öncenden görmek istiyoruz. En azından kısmen. Peki neden? Hayal kırıklığı yaşamamak için mi? Peki bu yaşadığımız şeyin adı ne? Bir yerde bir yanlışlık var ama ne? Sanırım biliyorum.

Bir arkadaşınla olmadık bir yerde karşılaşmanın verdiği zevki tarif edebilir misin bana? Ya da hiç ummadığın bir anda eski bir dosttan ne zaman haber aldın? Ya da en son ne zaman radyoda çıkan bir şarkıyla tüylerin diken diken oldu? Ya da en son nereye gittin de gördüğün manzara karşısında şaşkınlıktan ağzın açık kaldı?

Mutluluk, bahş edilen değil uğruna çalışılıp kazanılan bir şey olduğu günden beri bir görev haline geldi. Mutlu olma görevini layıkıyla yerine getirmek için elimizde listelerle yaşıyoruz hayatı.

Adı ve yönetmeni dışında hakkında hiç bir şey bilmediğim bir filmi izliyorum. Ne kadar kötü bir film. En son ne zaman bu kadar kötü bir film izledim hatırlamıyorum. Yo yo… hatırlıyorum. “Meksika Katliamı” isimli bir filmdi. Nevalle gitmiştik, üniversitedeydik. Belki 6 sene oldu. Sonra adı ve yönetmeni dışında hiç bir şey bilmediğim bir başka film izliyorum. Ne mükemmel film. En son ne zaman bu kadar iyi bir film izledim hatırlamıyorum. IMDB gibi lanetler hayatımıza girdiğinden beri çok kötü filmler izleyemiyoruz, hayal kırıklıkları yaşayamıyoruz. Öte yandan tırtıkladığımız hayaller ve beklentilerin oluşturduğu ön yargılar hiç bir filme hayran olmamaya neden oluyor. Farkında değiliz. Aynı şey gezip gördüğümüz yerler için de geçerli. Fotoğraflarını görerek ve pek çok deneyimi önden tırtıklayarak aslolanın böğrüne nacak vuruyoruz farkında değiliz.

Formül basit. Bilgiyi al. Olabildiğince az al. Deneyimi vaktine havale et, kısmen de olsa yaşamaya çalışma. Deneyimin heyecanını öldüren tüm kişi ve araçları da gözden uzak tut. O kadar.

Park

Bir taksiye atlamak istedim. Binmek de diyebilirdim ama at üstündeki ecdadımız bu lafı daha afili kılmış bize. Atladığım taksideki şoför abimle, her zaman yaptığım gibi bi sohbete girişmek istedim. Hani çok da normal bi şey gibi ifade edilen, insana “Peki sen kimsin?” dedirten plaza deyimiyle “halkın arasına karışma” durumunu yaşamak istedim. Hani bu insanlar metrobüse ya da otobüse “farklı bi deneyim yaşamak” için biniyor gibilerdir. Geçenlerde böyle bir insanla henüz gelişimini tamamlamamışken karşılaştım. Ergen seviyesinde de diyebilirim. Gerçi bu türlerin yaşı ilerlese de gelişimlerini tam olarak tamamladıkları söylenemez. Genetik olarak belirli bir noktaya kadar gelişebilirler. Bazı uzuvları var olduğu halde işlevsiz olan hayvanlara benzerler. Kanatları olan ama uçamayan tavuk gibi. Körlerle empati kurdurmayı amaçlayan sergiye gelen bu türün bazı üyeleri gerek sergiyi “karanlıkta sobe” formatında arkadaşlarıyla şakalaşarak gezmeleri ve gerekse bize rehberlik eden görme özürlü Hayati abiden yer yer “imdat” derrcesinde yardım istemeleri düşünüldüğünde sergiden empatinin e sini almadan ayrıldılar. Karanlık olduğu için bi selfie dahi çekemeden ayrıldıkları için gözlerinde bir buruklukla mekanı başları önde terk ettiler. Gelelim ergen gence… Alt çenesini kontrol edemeyen bu arkadaşın zaten boş olan konuştuğu kelimeler havada yayık ayran gibi salınarak ilerliyordu. Noktayı koyansa gezi sonundaki yorumu oldu. “Biz şimdi bi group kurouyouruz. Douygusal seirmaye diye bi oluşum voar. Bağdat Caddesi’nde ve Taksim’de insanlara sarılıyoruz.” O an içimdeki mikrofonun sesini sonuna kadar açıp “Bi siktir git” diye bağırdım.

Peki taksici abiden buraya nasıl geldik. İnanın. Hiç bi fikrim yok.

Taksici abime eski Ali Sami Yen’in önünden geçerken şunu söyledim:

– Buraya şunu dikeceklerine park yapsalar nasıl olurdu abi?
– Çok iyi olurdu. Para basardı abi.

Bu yanlış anlamayı açıklamamaya karar verdim. Sonra yol boyunca konuşmadık ve ben de daha çok halkın arasına karışmaya karar verdim. Ama onları bi türlü bıraktığım yerde bulamıyordum. Parkı doğru anlayan insan da yanlış anlayan da olması gerektiği gibi halk değildi.

Bekarlara Sultanlığını Geri Kazandırmak

21. yüzyılın modernitesi beraberinde yalnızlığı da getirdi. Yalnızlık, yani topluma ya da başka bir bireye bağımlı olmadan yaşayabilme bir olanak olarak sunuldu. Sanal ortamın gelişimi de, insanın yalnızlığını fark etmemesi üzerinde çok büyük etkilerde bulundu.

Öte yandan geleneksel aile yapısı, evlenme yaşının ilerlemesi, kişilerin aile kurma ve onu yaşatma yerine kendi kariyerleri odaklı seçimler yapması geleneksel aile yapısına bir nebze de olsa zarar verdi. Geçmişte alışılagelmiş “rıza gelme” anlayışı, yani hayatın ona getirdiklerine razı gelip şikayet etmeme, her bir bireyin ekonomik olarak da kendi ayakları üzerinde durabilmesi ve kendi hayatına yön verme iradesine sahip olduğu inancının gelişmesiyle yok olmaya yüz tuttu. Bazı ülkelerde bu tablo çok daha kötü durumda. Örneğin Rusya’da her 2 evlilikten 1’i boşanma ile sonuçlanıyor. Ülkede kadın nüfusu erkek nüfusundan 10 milyon fazla ve 5 milyon bekar/boşanmış anne yer alıyor. [1] ABD’de ise her 3 çocuktan 1’i ailesiz büyüyor.

Ülkemizdeki durum o kadar kötü olmasa da kentleşme ve modernitenin bir etkisi olarak bekar yaşama ve boşanma oranlarının artacağı tahmin edilebilir. Burada yalnız yaşayan herkes aynı segmentte yer almıyor. Bu kitleyi iki gruba ayırmakta fayda var. Bunlardan ilki evlenme yaşının yükselmesi nedeniyle henüz evlenmemiş kişiler, diğerleri ise evliliklerini sürdürememiş dullar ve dul anne-babalar. Her iki durumda da yalnız yaşıyor olmanın ev içinde bazı kolaylaştırıcı ürün ve hizmetlere açlık doğurduğu aşikar. Özellikle hizmet sektörü (temizlik, çocuk bakıcılığı vb.) bu kitlenin artışından olumlu etkileniyor. Bunun yanında eşlerin ikisinin de çalışıyor olmasının dışarıda yeme içme alışkanlıklarını ve harcamalarını artırdığı biliniyor. Yalnız yaşayan kişilerde bu oranın daha yüksek olacağını tahmin ediyorum. Dondurulmuş gıda ürünleri, mutfakta işleri kolaylaştıran pratik ürünler (Tefal’in Actifry’ı gibi), yarı pişmiş ya da pişmeye hazır ürünler (bunun içine doğranmış soğan, domates vb ürünler de dahildir) artış gösterecek. Kırışmayan kumaşların kullanımı artacak. Prezervatif ve doğum kontrole ilişkin ürünler, bekar yaşamanın artması, çocuk sahibi olma isteğinin azalması ve çocuk sayısının azalması nedeniyle artacak.

Öte yandan bunların üstünde bir çatı kavram olarak “Hedonizm”in yani ben merkezli yaşamın artacağını da söyleyebiliriz. Buna yönelik ürünler de prim yapacak. Yani aile otomobillerinin yanında yalnız ruhun özgüven timsali, pahalı ama az kişilik otomobiller daha çok satacak. Mini Cooper ve New Beetle bu boşluğu iyi dolduran otomobiller oldu. Kent trafiğinde de kolaylık sağlayan, öte yandan büyük bir aileye uzak olduğu izlenimini veren bu otomobiller önemli bir imaj değeri taşıyor. Bir Station Wagon otomobilden çok uzaktalar…

https://youtube.com/watch?v=-krh1JU6Vl4

Bu gelişmeleri tahmin etmek şirketler için çok da zor olmayacak ancak önemli olan toplumsal olarak bekar/dul yaşamayı bir eksiklik olarak görmeye devam edip etmeyeceğimiz. Boşanmış ya da belirli bir yaşa kadar evlenmemiş kişiler bu yönüyle halen toplumda “başarısız” olarak görülüyor. Hele ki yaz aylarında Facebook zaman tünelimizden gelinlikli kadın fotoğrafları hiç eksik olmuyorken… Burada bu kitleyi iyi analiz edecek ve onlara toplumda yeni bir kimlik biçecek, tabiri caizse onlara “rövanş aldıracak” markalara ihtiyaç olacak. Tek başına yaşamanın, farklı yönlerden aile kurmaya göre üstünlüklerini gösterecek ikonlara şimdiden ihtiyaç var. Bu şuna benziyor; çocuk sahibi olmanın kafalarda kutsallık derecesinde iyi bir yönü vardır ama Zazoo isimli bir prezervatif markası ortaya çıkıp çocukların sorunlu yönlerini gösterebiliyor ve “Çocuk yapmayın” diyebiliyor. Süpermarketin ortasında istediği şekeri almadığı için babasına sorun çıkarıp rafları alt üst eden bir çocuk ve onun babasına kınayan gözlerle bakan bir kitle hayal edin… Boşanma oranının ve bekar yaşayanların sayısı arttıkça modern hayatımızın yeni normali bu olmaya başlayacak. Bunu normal olarak gören pek çok toplum var. Her ne kadar pek çok hükümet aile kavramını geliştirmek için çaba sarf etse de modern yaşamın kaçınılmaz getirilerinden biri olarak yalnız yaşam artmaya devam edecek